İslam Kütüphanesi

Küfür olmayan sözler -3-

Küfür olmayan sözler -3-
Bu yazıyı sesli olarak dinleyebilirsiniz
Ses dosyasını dinlemek için Flash Player gereklidir.
* (Eğer o iki sene olmasaydı Numan helak olurdu sözü imam-ı a’zama ait değildir, uydurma bir sözdür. Tasavvuf olmadan da insan evliya olur) deniyor.
Maksat tasavvufu kötülemek. Tasavvuf düşmanlığı selefiler arasında çok yaygındır. Evliyaya, keramete düşmanlık yaparlar. Bilmeyenin bilmediği şeyleri düşmanlık yapması yadırganmaz. Atalarımız böyle kimseler için, (Kişi bilmediği şeylerin düşmanıdır) buyurmuşlardır.

Muhammed Masum hazretleri, Mektubat kitabında buyuruyor ki:
(Allahü teâlâyı tanımak iki türlüdür:
1- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi tanımak,
2-Tasavvuf büyüklerinin tanımaları.

Birinci şekildeki imanda nefs azgınlığından vazgeçmemiştir, iman hakiki değil, mecazidir. Bu iman gidebilir. İkincisinde nefs de imana geldiği için iman yok olmaktan korunmuştur. (Ya Rabbi, senden sonu küfür olmayan iman istiyorum) hadis-i şerifi ve Nisa suresinin (Ey iman sahipleri, iman edin) mealindeki 136. âyet-i kerimesi de hakiki imanı bildirmektedir. Bu âyet, (Hakiki imana kavuşun) manasındadır.

İmam-ı Ahmed hazretleri ilim ve ictihadda çok yüksek dereceye sahip olduğu halde, hakiki imana kavuşmak için Bişr-i Hafi [ve Zünnun-i Mısri] hazretleri gibi evliyanın sohbetinde bulundu. İmam-ı a'zam hazretleri de, ömrünün son yıllarında Cafer-i Sadık hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra, (Bu iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu), yani (Hakiki imana kavuşamazdım) buyurmuştur. Her iki imam da ilimde ve ibadette son derece ileri oldukları halde, tasavvuf büyüklerinin sohbetinde bulunarak marifeti ve bunun meyvesi olan hakiki imanı elde ettiler.) [C.2, m.106]

Senaullah-i Dehlevi hazretleri de buyuruyor ki:
(Tasavvufta fena makamına kavuşan, muhakkak imanla ölür. Bekâra suresinin (Allahü teâlâ imanınızı zayi etmez) mealindeki 143. âyet-i kerimesi ve (Allahü teâlâ, kullarının imanlarını geri almaz. Fakat âlimleri yok ederek ilmi geri alır) hadis-i şerifi, hakiki imanın ve bâtın ilminin geri alınmayacağını göstermektedir.) [İrşad-üt-talibin]


* (Sizin düşmanınız şeytandır) âyet-i kerimesini delil getirerek, bize düşman olan birisine (Sen benim düşmanımsın) demenin küfür olduğu söyleniyor.

Cahilliğin bu kadarına da pes artık. Bir Müslüman da diğer Müslümana düşmanlık yaptı diye hemen ona kâfir denir mi? Hangi kitap böyle yazar? Tarihte iki Müslüman ordu çarpışmadı mı? Bunlara kâfir denir mi? Bu cahil adamlar, ellerine almışlar, bir kâfir karası, önüne gelenlere rastgele sürüyorlar.
Müziğin her çeşidinin haram olduğu muteber eserlerde bildirilirken, müziğin eğlendirici, düşündürücü, dinlendirici ve eğitici yönleri de bulunduğu anlatılarak sanki bazı müziklerin caiz olduğu söyleniyor. Mehter marşı, def, düğünde davul çalmak hariç elbette müziğin her çeşidi haramdır. Tasavvuf müziği diye de bir şey yoktur.


*
(Kâfirler Allah’tan ümit keser) âyetini delil getirerek, (Bu toplum düzelmez) diyenlerin küfre girdiği söyleniyor.
Halbuki bu âyetin, bununla hiç ilgisi yoktur. Delinin biri çıksa, (Ben hiç hastalanmayacağım, göklerde uçacağım, dünyadaki herkesi Müslüman edeceğim) dese, bir başkası da bunları yapamazsın dese, hemen eldeki kara, bu adamın alnına yapıştırılır, (Sen Allah’tan ümit kestiğin için kâfirsin) denir. Ben inansam da, ibadet etsem de Allah beni affetmez) demek küfürdür. Allah’tan ümit kesmek, Allah’ın rahmetinden ümit kesmektir. Yoksa bu işi yapamazlar demenin küfürle ne ilgisi vardır?


* Atasözlerine düşmanlık edenler, (Doğru söyleyen dokuz köyden kovulur) sözünü de beğenmemişler.

Bu sözün nesi var! Sakın doğru söylemeyin, yalan söyleyin mi deniyor? Yine atalarımız, (Her söylediğin doğru olsun ama her doğruyu her yerde söyleme) demişlerdir. Demek ki rasgele konuşursan dokuz köyden kovulursun. Mesela her yerde her şiir okunmaz. Okunursa ne olur, adamın canına okurlar. Söylediğin doğrunun bir faydası varsa söyleyeceksin. Zarar veriyorsa, kimseye faydası dokunmuyorsa, söylemenin âlemi nedir?

Peygamber efendimiz, yalanı çok kötülediği halde, caiz olduğu yerleri de bildirmiştir. Demek ki doğrunun söylenmeyeceği yerler de vardır.

Gencin biri, iftiraya uğrar. Sonunda idama mahkum olur. İnfaz saatini beklerken, kendisine iftira edenlere, bu arada hükümdara ağzına gelen sözleri sarf eder, sövüp sayar. Bu acı bağırmalar, bir süre devam eder. Hükümdar, saraydan bu feryatları duyar. Fakat ara uzak olduğu için ne söylediğini anlayamaz.

İki vezirinin yanına giden hükümdar, bu gencin neler söylediğini sorar. Birinci vezir, (Hükümdarım bu genç, (Allah, affedenleri aziz eder) hadis-i şerifini söylüyor, "Affedenlerin yeri Cennet" diyor. Sizden af talebinde bulunuyordu) der.

Bu söz, hükümdarın hoşuna gider. (Bu genci affettim, serbest bırakın) der. İkinci vezir, hemen atılıp der ki:
(Haşmetli hükümdarımız, bu veziriniz, zât-ı âlinize karşı, utanmadan yalan söylüyor. Genç, af istemiyor, size sövüp sayıyordu.)

Hükümdarın kaşları çatılıp der ki:
(Bre vezir, sen yersiz doğru söylemekle, iki kişinin ölümüne sebep olmak istiyorsun. Şu vezirin yalanı ise bir canı kurtarmıştır. Unutma ki, "İş bitiren yalan, fitneye sebep olan doğrudan daha iyidir")

Hükümdar, yersiz doğru söyleyen veziri azleder, yerinde yalan söyleyerek bir suçluyu kurtaran veziri de kendisine sadrazam yapar.

* Eli yağlı karalılar, (gemisini kurtaran kaptan) sözüne de saldırıyorlar.
Halbuki bu söz, Hadis-i şeriflere ve âlimlerimizin bildirdiklerine aykırı değildir, çok güzel bir sözdür. Atalarımız aynı anlamda, (Önce can, sonra canan) demişlerdir. Can kurtarılmadan canan kurtarılmaz.

Abdülgani Nablusi hazretleri (Söz ve yazı ile emr-i maruf âlimlerin vazifesidir. Kalb ile, dua ederek günah işleyene mani olmaya çalışmak da her müminin vazifesidir. El ile müdahale ise devletin vazifesidir) buyuruyor.

Faydası olmayacağı ve zarar geleceği bilindiği halde, her günah işleyene emr-i maruf yapmaya kalkmak doğru değildir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kıyamette, bir kimseye, günah işleyene, niçin engel olmadığı sorulacak, o da, “Onun zararından korktum, Allah’ın affına güvendim” diyecek ve mazur görülecektir.)
[İbni Mace]

Peygamber efendimiz, ortalık bozuk iken, ortalığı düzletmeye kalkmak yerine, evine çekilip kimseye karışmamak gerektiğini, hatta öldürmek yerine ölmeyi tavsiye ederek buyuruyor ki:
(Fitne zamanı, evinize girilince, Âdem aleyhisselamın, [Maide suresinin 28. âyetinde bildirildiği gibi] "Sen, beni öldürmek için bana el uzatsan da, seni öldürmek için ben sana el uzatmam" diyen oğlu [Habil] gibi ol!) [Tirmizi]


*
Kötü de olsa mevcudu kabullenme olacağı için, (Beterin de beteri vardır) sözü de tenkit ediliyor.
Halbuki İmam-ı rabbani hazretleri, (Hiç bir zaman, hiç bir şekilde, halinizden şikayetçi olmayın. Her zaman şükredici olun. Beterin beteri vardır) buyuruyor.

Topal olan kimse, (Beni niye topal yarattın veya niye kazada ayağımı koparttın) diye Allah’a isyan mı etmesi gerekir, yoksa (Ya rabbi gözümü kör etmediğine, kulağımı sağır etmediğine çok şükürler olsun demesi gerekmez mi? Her zaman beterin beteri vardır diyerek hâlimize şükretmeliyiz. Kur'an-ı kerimde şükretmek emredilmektedir:
(Bana şükredin, nankörlük etmeyin!) [Bekâra 152]

(Şükrederseniz elbette nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, iyi bilin ki azabım çok şiddetlidir.)
[İbrahim 7]

Hadis-i şerifte de (Kıyamet günü "Şükredenler gelsin!" diye seslenilir. Onlar bir bayrak altında Cennete girer. Bunlar, darlık ve genişlikte, her hâlükârda Allah’a şükredenlerdir) buyuruldu.

Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir. Nimeti vereni bilip gereğiyle amel etmektir. Bu amel, kalb, dil ve diğer azalarla olur. Kalb ile iyiliğe niyet eder. Dil ile hamdeder, şükrünü açıklar. Uzuvlarla şükür ise, Allahü teâlânın verdiği nimetleri yerli yerinde kullanmaktır. Mesela gözün şükrü, Müslümanların, arkadaşların kusurunu görmemektir. Kulağın şükrü, söylenilen ayıpları duymamış olmaktır.
İmam-ı Mücahid hazretleri Nahl suresinde (Onlar, Allah’ın nimetini bilip itiraf ederler. Sonra da onu inkâr ederler) mealindeki 83. âyet-i kerimesini (Onlar, nimetlerin Allah’tan olduğunu bilirler. Fakat "Bu nimetleri biz kazandık veya bize miras kaldı" diyerek nankörlük eder) diye tefsir etmiştir.

İnsan, bir hasta veya sakat görünce, kendisinin böyle bir derde müptela olmadığı için şükretmelidir! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir kimse, hasta, sakat birini görünce, "Allahü teâlâya hamdolsun ki beni böyle etmedi. Bundan ve daha başka dertlilerden üstün kıldı" derse, nimetin şükrü olur.) [Beyheki]

Nimete şükredince, hem eldeki nimet yok olmaktan kurtulur, hem de yeni nimetlerin ele geçmesine sebep olur. Hadis-i şerifte, (Az veya çok bir nimete kavuşan, "Elhamdülillah" derse, Allahü teâlâ, o kimseye bu nimetten daha iyisini verir) buyuruldu. Şükredenden Allahü teâlâ razı olur. Yine hadis-i şerifte, (Yiyip içtikten sonra "Elhamdülillah" diyenden Allahü teâlâ razı olur) buyuruldu. Şu üç şeyi yapan tam şükretmiş olur:
1- Bir nimet gelince bunu Allah’tan bilip şükretmek.
2- Allahü teâlânın verdiği her şeye razı olmak.
3- Verilen nimetten istifade edildiği müddetçe, Allahü teâlâya isyan etmemek.

Hadis-i şerifte, (Din işlerinde kendinden üstün olanı görüp ona uyan, dünya işlerinde ise kendinden aşağısına bakıp Allah’a hamd eden şükretmiş olur) buyuruldu. Nimet umumi olunca, herkese gelince insan bu nimetin kıymetini bilemez. Görmek büyük nimet iken, herkeste göz olduğu için göz nimetine her zaman şükretmeyiz. Gençler; yaşlanmadıkça gençliğin kıymetini bilmez. Hastalar sağlığın kıymetini anlar. Fakirler zenginliğin kıymetini bilir. Hayâtın kıymetini de ancak ölüler anlar. Şu halde yaşlanmadan gençliğin, hastalanmadan sıhhatin ve ölmeden önce de hayâtın kıymetini bilip şükretmelidir.

* (Allahsızlar demek zehirli gazdır) deniyor.
Bir kimseye Allahsız demek, (Seni Allah yaratmadı, sen maymundan geldin) demek değildir. (Dinsiz, imansızsın) demektir. Allahsız demek her ne kadar pek hoş değilse de, bunu konu etmeye, bunun için kitap yazmaya değmez. Dinde mecazi çok şey vardır. Kur’an-ı kerimde, hadis-i şeriflerde örnekleri çoktur.


* (Kedinin bacağını gerdek gecesi ayırmak gerekir) sözüne de saldırıyorlar.
Halbuki bu sözün anlamı, tedbirini zamanında almak gerekir demektir. Yoksa kedinin bacağını tutup ayırmak demek değildir. Tedbir işin başında alınmazsa, zamanla olayları önlemenin güç olduğu bildirilmektedir. Gerdek gecesi hanımı dövmek gerekir diye bir şey yoktur. Çünkü çoluk çocuğu terbiye etmek için dövmek doğru değildir. Ancak yanlış bir iş yapınca, cezalanabileceği hissini vermek gerekir. Peygamber efendimiz, ev halkının dövülmemesini emrettiği halde, terbiye edilmeleri için cezalanacakları, dövülecekleri hissini taşımaları gerektiğini bildirmiştir. Bu hususta Peygamber efendimiz, (Ev halkınızı terbiye edebilmek için bastonunuzu onların göreceği yere asın!) buyurmaktadır. (Taberani)

Kur’an-ı kerimde de cenab-ı Hak, (Azabım çok şiddetlidir) diyerek kullarını ikaz etmektedir. O halde son pişmanlık fayda vermez, kedinin bacağını ilk gece ayırmak gerekir. (Devamı var)
 
 
Bugün 103 ziyaretçi (127 klik) kişi burdaydı!

Copyright © 2012 Gizemliilimler.Blogspot.com | Gizemli İlimler | Tüm Hakları Saklıdır | İBRAHİM KARAMAN | Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol