Forum
=> Daha kayıt olmadın mı?Forum - MUHİTTİN ARABİ Hz.
Burdasın: Forum => Büyük Âlimlerin Hayatı => MUHİTTİN ARABİ Hz. |
|
aşkın gözyaşları (şimdiye kadar 50 posta) |
Muhittin Arabi Hz. Daha doğmadan önce bir olay gelişir ki, bu olay anlatıldığında onun kim olduğu hakkında bir ön bilgi edinmiş oluruz. Bu olay Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani Hz. leri zamanında meydana gelmiştir. Muhittin Arabî Hz. nin babasından rivâyet olunur ki: Cenâb-ı Hak bu zâta her türlü nimet ve devlet ihsan buyurduğu halde kendisine vâris olacak bir erkek evlâdı olmadığına çok müteessir olduğu için şimdiki İspanya olan Mağribde birçok evliyanın himmetlerine başvurmuş, malesef hiçbir zâtdan derdine derman olacağına dair müjde alamamış. Çok zamanlar evlâd hayaliyle kalbi rahatsız olan bu zâta günün birinde bir meczûb-u ilâhi rastgelir ve ona der ki: Sana himmet ve inâyet, derdine derman ancak Hazreti Gavs-ı Azam Abdülkadir Efendimizden olacaktır. Hemen Bağdata git, Cenâb-ı Gavsa müracat et. Zira şimdiki zamanın tasarruf sahibi odur. Senin muradını Cenâb-ı Hak, O Zâtın sayesinde ihsan buyuracaktır. Muhiddin-i Arabi Hz. Ali bu müjdeyi alır almaz derhal Bağdata sefer eder ve şehre girince doğruca Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani Hz.lerinin huzuruna varıp el öper ve kendisi hiçbir şey söylemeden Hazreti Pîr kendisine der ki: Senin için erkek evlâd mukadder değildir. Biz nereden sana erkek evlâdı bulup verebiliriz? Muhiddin-i Arabi Hz. Ali bu kelâmı işitince Hazreti Pîrden şöyle niyazda bulunur: Sultânım! Nasîbimde erkek evlâdı olmadığını biliyorum. Fakat sizin, Hakkın izniyle her şeye kaadir olduğunu ve bana bir evlâd vermek kudretinde bulunduğunu da biliyorum. Gavsiyyetinize sığınan benim gibi âciz bir insanın lûtuftan mahrum edilmeyeceği kanaatindeyim. Cenab-ı ilâhiden bana çok hayırlı bir evlâd ihsân edilmesini sizinkereminizden istirham eylerim. Zira, İlahi sohbet yerine başvuranlar, ümitsiz olarak geri dönmezler. Gavs-ı Azam bu ihlaslı adamın hatırını memnun etmek için: Yâ Muhiddin-i Arabi Hz. Ali! Zürriyetimde bâkî kalan son evlâdımı İlahi kudret ile sana bahşettim. deyince, Muhiddin-i Arabi Hz. Ali çok memnun kalarak, memleketi olan Mağrib şehrine döner. Bu manevî ilâhi sır ile Cenâb ı Hak da hikmetle tecellîsini gösterir. Bir müddet sonra Muhiddin-i Arabi Hz.üş-şüyûh (Muhiddin-i ArabiHz.lerin Muhiddin-i Arabi Hz.i) Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri doğar. Özetle bu İslam ümmeti içinde Cenâb-ı Hak iki Muhyiddin yaratmıştır ki, biri peder-i manevî Gavs-ı Azam Seyyid Sultan Muhyiddin Abdülkadir-i Geylani, diğeri de Onun manevî evlâdı olan Kutbül-Aktâb Hazreti Muhyiddin-i Arabîdir. Bu iki Zâtın evliyaullaharasında kadir ve kıymetleri pek yüce ve mukaddesdir.Allah Onlardan razı olsun. Gavs- Azam Seyyid Muhyiddin Apdülkadir Geylani Hz.leri vefatından evvel arkadaşlarına şöyle buyurmuştur: Şu hırkayı alın, Mağripten gelecek aziz bir vücuda verin, o, Muhiddin-i Arabidir.demiş, vefatından nice yıllar sonra bu hırkayı Muhiddin-i Arabi Hz.lerine vermişlerdir. Muhiddin-i Arabi Hz.leri de aynı hırkayı üvey oğlu,çok sevdiği Sadrettin Konevi Hz.lerine vermiştir. İbn-i Arabi Hz, Endülüsün Mursiya kasabasında 7 Ramazan 560 (7-Ağustos-1165) yılında doğmuştur. 8 yaşında iken Mursiyadan İşbiliyeye taşınmışlar ve ilk tahsiline İşbiliye de başlamıştır. Gençliğinin bir devrinde bazı valilere katiplik yaptığı bilinmektedir. Küçük denecek yaşta iken şiddetli bir hastalığa yakalanmış, hastalığın tesiriyle bayılmış ve kendisini ölüsanmışlar. Bu hastalığı Futuhat-ı Mekkiye isimli eserinde şöyle anlatır: Bu esnada çirkin suratlı kimselerin kendisine eziyet etmek istediklerini, buna karşılık güzel yüzlü ve kokulu bir şahsın kendisini kurtarmaya çalışıp, ötekileri dağıttığını görmüş, bu şahsa kim olduğunu sorunca, Yasin suresi cevabını almıştır.Kendisine gelince, babasının başı ucunda ağlayarak, Yasin suresini okumakta olduğunu görmüş. Bu ve buna benzer olaylar hayatı boyunca defelarca tekrarlanmış ve onun tasavvufi fikirlerinin esaslarından birini teşkil etmiştir. Herhangi bir şeye delalet eden isimler ona bir insan şahsı gibi görünmüş ve bu insan kendisine türlü konularhakkında bilgi vermiştir. Bu hadiseden bir süre sonra İbn-i Arabi Hz. Bir süre halvete çekilmiş, her sahada, bilhassa Tasavvufi marifetler sahasında hiç bir şey bilmezken, şahıs olarak görünen isimlerin telkini ile halvetten herşeyi bilir olarak çıkmıştır. Buhalini gören babası onun yakın dostu, zamanın en büyük felsefecilerinden biri olan İbn-i Rüşdün yanına bir iş bahanesiyle göndermiştir. İbn-i Rüşd, İbn-i Arabi Hz.lerini görünce, ona sarılmış ve Evet demiş, kendiside buna Evet cevabı vermiştir. İbn-i Rüşd anlaşıldığına sevinirken, İbn-i Arabi Hz.lerinin hayır demesi üzerine, canı sıkılmış, rengi atmış, felsefesinin yalnış olup-olmadığından şüpheye düşerek, ona şu suali sormuş: -İlham ve keşf ile nasıl bir netice elde ettin? Bu bizim mantıklı düşünce ile elde ettiklerimize uyuyormu? -İbn-i Arabi Hz.leri buna: -Evet, Hayır. Evet ile hayır arasında ruhlar bedenlerinden, boyunlar gövdelerinden ayrılır. cevabını vermiştir. Bunun üzerine İbn-i Rüşd, sararıp titremiş, böyle bir kimse ile görüşmeyi nasip ettiği için Allaha hamd ve şükür etmiştir. O zaman İbn-i Arabi Hz.leri henüz 18 yaşında idi. Kendisine vakıf olan ilhamlara rağmen, İbn-i Rüşdün yüksek düşünce ve bilgilerini kabul eden İbn-i Arabi Hz.leri, onu bir daha görmek istediği halde, bunun mümkün olmadığını, aralarına gerilen bir perdenin (Hicap) buna engel olduğunu söylemiştir. 1194 yılına kadar, her ne kadar Endülüs ve Kuzey Afrikanın bir çok şehirlerini dolaşıp, bu şehirlerdeki çeşitli tasavvuf büyükleriyle görüşsede esas olarak İşbiliyede kalmış, 1194 yılında Tunusa, 1195 yılında da Fasa gitmiş, 1199 yılında Kurtubada İbn-i Rüşdün cenaze töreninde bulunmuştur. Yanında bulunan arkadaşının dikkat çekmesi ile Marakeşten gelen cenazenin bir hayvan üzerinde, bir tarafında cenaze, bir tarafında eserleri olarak dengeli bir biçimde olduğunu görmüş ve arkadaşına, Ümitlerinin gerçekleşip-gerçekleşmediğini ne kadar bilmek isterdim. demiştir. 1201 yılında Magrip şehrinde iken, Hz. Hızır ile Musanın (A.S) makamına erişmiştir. Buradan, Tunusa, geçmiştir. Tunustan Mısıra gitmek üzereyken yol üzerinde, sazlıklar içinde ömrünün 30 yılını geçirmiş bir adama tesadüf etmiş. Adamın hali hoşuna gittiğinden onunla 3 gün kalmış ve onunla birlikte ibadetle meşgul olmuştu. Adam her gün denizden 3 balık tutar, birini yer, birini azat eder, birini de misafire ikram edermiş. Ayrılacağı zaman Muhittin Arabi Hz.lerine nereye gittiğini sormuş, Mısıra gideceğini öğrendiğinde gözleri dolarak, Ah! Benim de üstadım Mısırdadır. Ona git ve benim selamımı söyle, bana biraz hikmetli sözler ve nasihat iste demiş. Muhiddin-i Arabi Hz.leri hayretler içinde, bu dünyadan elini eteğini çekmiş bir kişinin nasıl olupta hala nasihat ve hikmetli söze ihtiyacı olacağını düşünerek Mısıra varmış ve bahsettiği üstadın sarayını bulmuş. Üstadı, debdebe ve tantana içinde bir dünya ehli gibi yaşarken bulmuş, kendisinden, o şahıs için nasihat istediğinde; üstadı: -Ona git söyle, gönlünden dünya muhabbetini silsin. Demesiyle hayret ederek bir süre sonra, o şahısla karşılaşıp üstadının söylediğini aktarınca, bu dünyadan elini çekmiş gibi görünen şahıs derin bir ah çekerek Ben otuz küsür senedir burada ibadet ediyorsam da hakikatte gönlüm dünyadadır. Üstadım dünya ziynetleri içindeyse de kalbinde zerre kadar dünya sevinci ve kederi yoktur. Ey Muhittin! işte bizim hakikatte farkımız budur demiştir. Bu hikayeden bize ders; insanlık cemiyet hayatı üzerine kurulmuştur. Kalbin arınması da yine insanlar arasında yaşıyarak ve Allahın isim ve sıfatlarının zuhurunu müşahede ederek tefekkür ve kalb temizliğinin, yüzlerce yıl halvette kalmaktan daha önemli bir irfan yolu olduğudur. Muhiddin-i Arabi Hz.leri bir yıl sonrada Tunustan gemi ile Mısıra geçmiş. Mısırda; Taki Al-din b. Abdulrahmanın elinden Hızır A.Sın hırkasını giymiştir. Buradan Kudüse geçmiş, Kudüste bir kaç gün kalarak, yürüyerek Mekkeye gidip Haccını yerine getirmiştir. Burada iki yıl kalarak manevi hallerinin en yüksek noktasına erişmiştir. Mekkede kaldığı iki yıl boyunca sık sık Kabeyi tavaf edermiş. Bir seferinde Kabeyi tavaf ederken, herkezin gölgesini olduğu halde, çok uzun boylu bir adamın gölgesinin olmadığını farketmiş. Uzun boylu adam tavaf ederken; -Bizler de sizler gibi bu beyti tavaf ediyoruz dermiş. Yanına yaklaşıp, kim olduğunu sorduğunda: - Ben senin büyük atalarındanım, demiş. - Sordum: - Hangi asırda yaşadınız? - Kırkbin sene evvel vefat etmiştim. - İnsanın atası olan Ademin (A.S) altıbin sene evvel halkolunduğunu söylerler. - Sen hangi Ademden bahsediyorsun? Bil ki; insanın ilk atası olan Ademden evvel yüzbin Adem gelip geçmiştir. dedi. 1202 yılında Allaha kendi kendine söz vererek oruca başlamış ve üç ay boyunca hiç bir şey yemiyerek ve içmiyerek, Allahın ona açtığı ilahi bilgilerle kendisinden hiç bir şey katmıyarak Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserini yazmıştır. Bu üç ay süresince Kabeyi tavaf ederken, zemzem, kulak ile duyacak şekilde, kendisinden su içmesini isterdi. Fakat kendisi, Ulhi yakınlığın son noktasına geldiği bu haller içerisinde, onu dinlemenin bu hali sona erdirecek bir perde olacağını düşünerek, Zemzeme susmasını söylerdi. Bir rivayete göre Fütuhat-ı Mekkiyeyi tamamladığı vakit, sayfalar halinde onu Kabenin damına koymuş. Eğer bu kitapta benden bir kelime varsa, bu sahifeler kaybolsun demiş, bütün kış bu sahifeler evinin damında kaldığı halde, hiç bir sahifesi kaybolmadıktan sonra kitap tamamlanmıştır. 1203 yılında gördüğü bir rüyada: Kabenin duvarları altın ve gümüş tuğlalarla örülmüştü, kendisi bunun güzelliğini seyrediyordu. Orada iki tuğlalık bir boşluk vardı ve nefsi iki tuğla halini alarak bu boşluğu dolduruyordu. Kendisi hem onları seyrediyor, hemde yerlerini doldurduğunu, yani zatı ile onların Zatının aynı olduğunu görüyor ve anlıyordu. 1204 yılında Ali b. Abdullah b. Caminin elinden ikinci defa Hızırın (A.S) hırkasını giymiştir. Aynı yıl Muhiddin Arabi Hz. Malatyaya geldiği yıldır. Malatyadan Konyaya geçmiş. Konyada, Selçuklu hükümdarlarından büyük destek görmüştür. Kendisine 100.000 dirhem değerinde ev bağışlanmış, fakat kendisine gelen bir dilenciye Ey dilenci, şu anda saraydan başka bir şeyim yoktur. Allah rızası için şu ev senin olsun diyerek, bu evi sadaka olarak bağışlamıştır. Bu arada bir çok kereler Kudüs, Mısırı ve Halepi ziyaret etmiştir. Büyük dostu Maceddin İshakın vefatı ile onun dul karısı ile evlenerek Sadrettin-i Konevi Hz. Üvey babası olmuştur. Muhiddin-i Arabi Hz.lerinin bu evlilikten iki oğlu ve bir kızı meydana geldi. Oğullarından Sadullah 1222 senelerinde Malatyada doğdu. Bütün ömrünü hadisi şerifle, nakil tedrisiyle (Tarikat öğretimi) geçirdi. 44 yaşında Şamda öldü. İmadettin de Sadullahtan 6yıl sonra Şamda vefat etmiştir. Kızı Zeynep küçük yaşta iken ölmüştür.1230 yılında, üvey oğlu Sadrettin Konevi Hz. ile birlikte Şama yerleşti ve ölünceye kadar burada kaldı. 1240 yılının bir cuma gecesi, Rıhlet (Geçmek, göçmek) kelimesinin bir remzi olarak bu dünyadan ayrıldı. Ömürleri 75 yıl olup Hakim ismine mazhar olmuştur. Muhiddin-i Arabi Hz.leri bu günkü Şamıın Salihiye mevkiine gömüldü. Bir süre sonra mezarı kaybolmuş ta ki, Yavuz Sultan Selim, Mısırı alınca, Vasiyeti gereğince mezarı buldu. Zira, Muhiddin-i Arabi Hz.leri kitabında: Şin Şına girerse benim mezarım meydana çıkar demiştir. Yavuz Sultan Selim, Şama girince de mezarı buldurtup, oraya mükemmel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırmıştır. Ayrıca Muhiddin-i Arabi Hz.lerinin ayak vurduğu yere giderek buradaki hikmeti anlamak istedi. Tam Muhiddin-i Arabi Hz.lerinin ayağını vurduğu yeri kazdırdığında, bir küp altın bulmuşlardır. Muhiddin-i Arabi Hz.leri hakkında Hakikat ehli olmıyan bazı kimseler kendisinin hayatta olduğu zaman da olduğu gibi, şimdi de ilimleri yeterli olmadığından ötürü bazı yersiz karşı çıkmalar olmaktadır. Zaten bizim bu kitabı hazırlamamızdaki temel neden de budur. Şimdi Yavuz Sultan Selim Han zamanına dönelim ve Yavuz Sultan Selimin Şeyhülislamı büyük insan ve Müftiyüssakaleyn ünvanını kazanmış İbni Kemal paşanın Muhiddin-i Arabi Hz.leri hakkındaki fetvasını bugünkü dile aktaralım. Ey İnsanlar! Biliniz ki Şeyhlerin en büyüğü, kerimlerin en önde gideni, Arifler kutbu ve Allahın birliğine inananların İmamı Endülüslü Muhammed İbnül Arabi Ayet ve Hadislerden hüküm çıkarabilenlerin en kamili ve Fazilet sahibi bir Yol göstericidir. Zamanın Alim ve Faziletli kişilerinin bilgilerindeki hayat hikayelerini, (kıssalarını inkar ve inkarında ısrar ederse, şüphesiz delalette kalır. Kendilerinin Füsusül Hikem ve Futuhat-ı Mekkiye gibi bircok eseri vardır. Bu eserlerdeki meselelerden bazılarının lafız ve manası malum ve emri ilahi, bazısı Nebevi açıklamalar ve bazısı keşif ve manevi bilgileri bilenlerden başkasına kapalıdır, zahir ehlinin idrakinden gizlidir. Bu manaları anlamayanlara bu makamda susmaları vacip olur. Zira Cenab-ı Allah Bilmediğin şeye tabi olma, tahkik, kulak, göz ve kalb bunların herbirisinden sahibinin ilmi derecesinde sual olunur. Ayrıca bir mümine kafir diyen, şüphesiz küfretmiş olur hadisini de hatırlatırız. Muhiddin-i Arabi Hz.leri sadece Asya ve Arabistan da değil tüm dünyada bilinmektedir. İşte buna bir örnek: İkinci dünya savaşının devam ettiği 1943 yılında bir Türk heyeti Amerikayı ziyaret etmektedir. Cumhur başkanı Roosewelt hasta olmasına rağmen heyetimizle görüşmeyi arzu eder. Bundan sonrasını heyette bulunan zattan dinliyelim: Başkan Beyaz saraydaki dairesinde bizleri kabul edip oturttuktan sonra sözlerine; Bir Türk heyetinin Amerikayı ziyaretini bana bildirdikleri andan itibaren sizlerle tanışıp, politikanın dışında bir görüşme yapmayı arzu etmiştim diye başladı ve devamla; Gerek Amerikalı, gerekse dünyanın her köşesinden gelen ilim adamlarıyla yaptığım özel görüşmelerimde bugüne kadar dünyada ilim, felsefe ve mistik alanda sayıları bir çok insanın yetiştiğini bilinmekle beraber bunların en büyüğü olarak hemen hepsinin bir tek insan üzerinde ve yaşadığı sürede beşyüze yakın eser bırakmış Endülüslü tanınmış Alim ve Mutasavvıf Muhittin el Arabinin üzerinde birleştiklerini tesbit ettim. Yalnız benim için aydınlanması gereken bir husus var. Füsusül Hikem ve Fütuhat-ı Mekkiye gibi değerli bir çok eser yazan bu büyük insan hakkında neden İslam bilginleri aleyhinde bulunmuşlar, yakışıksız sözler söylemişler ve ölümünden sonra da mezarını belirsiz bir hale getirmişler? Ancak bu zatın ölümünden üçyüzyıl sonra bir Türk Hakanı Sultan Selim Mısırı almaya giderken mezarını buldurup, türbesini yaptırmıştır. Bu jest şüphesiz ona karşı duyduğu saygıdan ileri gelmiştir. Fakat bu geçikme neden? İşte bunu bilmek istiyorum. Benim bu sahada meşgul olduğumu bilen Heyet Başkanı, cevap vermeyi bana bıraktı: Efendim, önce şunu bilhassa belirtmek isterim ki, bütün İslam bilginleri Şeyhül Ekber Muhiddin-i Arabinin aleyhinde bulunmamışlardır. Bu zatın aleyhinde bulunanlar daha ziyade zahiri ilme mensup bilginlerdir. Bunlar onun geniş kapsamlı Allahın vücud birliği fikirlerini, ya kavrayamamış veyahut İslam şeriatine uygun düşmediği düşüncesine kapılmışlar ve onu bu yüzden haksız yere yermişlerdir. Fakat batıni ilme mensup bilgin, hakikat ve irfan ehli kimseler, onu gerçek yönleriyle tanımış ve onu en büyük bir müctehid (Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslam alimleri ve önderleri) ve Mutasavvıf olarak kabul etmişler ve kendisine büyük saygı duymuşlardır. Yalnız onun eseri olan Füsusu yüze yakın Türk ve İslam bilgininin şerh etmesi buna bir delil teşkil eder. Dedik. Bunun üzerine Başkan gülümsedi ve Şimdi durum benim için aydınlandı, teşekkür ederim diyerek önündeki çekmeceyi açtı. Bakınız ben hergün işime başlamadan önce o büyük insanın Fütuhat-ı Mekkiyesini okurum, halen üçüncü cildini hayranlıkla okumaktayım dedi ve kitabı bize gösterdi. Hepimiz hayretler içinde kaldık Biz muslumanlarin ibret alacagi bir davranis, ABD universitelerinde ibni sina.ibni haldun`larin kitaplari bastaci edilirken,Bizler o buyuk alimlere ilgisiz kaldik. Maalesef. |
Bütün konular: 2323
Bütün postalar: 2386
Bütün kullanıcılar: 23
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse